Avusturya’nın Klagenfurt şehrinde yaşıyorduk. Yeşil ve sakin bir şehirdi. Küçücük bir mescidim, Villach’tan ve Klagenfurt’tan İslam’ı anlama gayelerinden başka bir temennileri olmayan kocaman yürekli genç dostlarım vardı. Dünyanın bu gününü yarınını konuşuyor ve dertleniyorduk. Biliyorduk ki İslam bizlere ağır bir yük yüklüyordu. Yükümüz ağırdı, düşünüyorduk…
Bu hissiyatla Almanca kursu için içine hava basılmış, plastikten dönüşme tekerlek ve üzerine metal yığılmış insana menzili yakın eden icatla yola koyulmuştum. Direksiyonu sanatçı edasıyla yön tayinine vazifelendirmiş usul usul menzilime doğru yol alıyordum. Zira uzakları yakın eden bu icat ne cefakâr bir şeydi ki yürüyerek gidilen bütün mesafelere talip olmuştu.
Ayakların vazifesi daha az olmasına rağmen gene ağrıyordu nedense. Sanki bütün yolu o yürüyordu. Demek ki çalışmayan ağrıyordu. Demek ki çalış ayan dert yapıyordu...
Ey kalbim, bugün coştun yine… Konuyu mecrasından kaydırmaya başladın. Uyarsak sana sanırım bu yazıyı bitiremeyeceğiz. Biz gene konumuza dönelim.
Gün her zamanki gibiydi. Bu günde caddeleri sakindi Klagenfut’un. Neredeyse arabaların kornaları yok gibiydi. Hayaller içerisinde zaman çabuk akarmış derlerdi ve öylede oldu. Şehrin bir tarafında bulunan menzilime varmıştım. Karmakarışık duygularla arabamdan indim. Etrafı seyrede seyrede sınıfıma doğru ilerliyordum. Her renkten Doğu’nun karmaşasından evlatlarını korumak için gelen insanları temaşa ettim biraz. İçim burkuldu yeniden. Çoğunluğu Müslüman olmasına rağmen bu topraklara kadar hicret etmek zorunda bırakılmışlardı. Niçin insan hemcinsine mekânı dar ederdi ki.
Aklıma memleketimde yaşayan muhacirler düştü. Dudaklarımdan şu mısralar dökülüverdi:
Ey memleketim sen Hadim-i İslami Al-iye’sin
Mazlum senin bağrında yaşar
Petrole bulanmış topraklar kabul etmez cinsini
Sen kucak açarsın
Sen fedakârsın, cefakârsın
İnsan denilen ruh sende yaşar
Zira derse daha on beş dakika vardı. Daha önce bir sınav yapmıştık. Sonucu öğreneyim ve bekleme salonuna öyle geçeyim istedim. İlan tahtasına küçük adımlarla vardığımda bir hanım efendi tahtaya bakmaktaydı. Yaklaştım ve ismimi aramaya koyuldum. Hanım efendinin dikkatini çekmiş olacak ki, Almanca olarak nereli olduğumu sordu. Türkiyeli olduğumu söyleyince yüzü neşelendi ve ‘ ben Türkçe biliyorum’ dedi.
Türkçeyi nerede öğrendiğini sordum. Türkiye’de bir buçuk yıl kadar kaldığını, Avrupa yolculuğu sırasında İstanbul’da bir okula kayıt yaptırdığını ve fırsatını bulunca da buraya geldiğini söyledi. Benimle konuşmak istediğini anlatacakları olduğunu saatini göstererek vaktimi fazla almayacağını söyledi. Sanki bir şeyler söylemek istiyordu. Hemen yan tarafta bulunan bekleme salonuna geçtik. Derse daha on dakika vardı. Türkçe konuşmak istediğini zira Almanca ’sının Türkçe ’si kadar iyi olmadığını söyleyince şaşırdım. Ne kadar zamandır burada yaşadığını sorduğumda iki buçuk yıldır burada olduğunu öğrenince şaşkınlığım daha çok arttı. Söyleyeceklerine dikkat kesildim.
Aklımdan geçenleri okumuş gibi, iki buçuk yıl burada yaşamama rağmen Türkçeyi daha iyi konuşuyor olmasının sebebini dilin zorluğu değil, başka bir sebebinin varlığınındın bahsetmek istediğini söyledi. Merakım daha da artmıştı. Zira ben de bir buçuk yıldır Avusturya’daydım ve Almanca öğrenmek için kursa gidiyordum. Dil öğrenmenin başka bir yolu olsa gerekti.
Nereli olduğunu sorabildim sözlerinin arasında. Etiyopyalı olduğunu ve Protestan bir Hıristiyan olduğunu söyleyince anlatacaklarını daha da merak etmeye başladım. Şaşkınlığımı gizleyememiş olacağım ki, ‘işte onu anlatmak istiyorum’ dedi ve sözlerine devam etti.
‘’Uzun zamandır buradayım ama hala bir Avusturyalı arkadaşım yok. Resmi saatlerde yani saat 08.00-17.00 arası çok sıcakkanlı insanlarla karşılaşırsınız. Çünkü işleri gereği nezaketli olmak zorundadırlar. Aynı dine sahip olmama rağmen sadece rengimin siyah olması nedeniyle benden uzak duruyorlar. Ama sizler öyle değilsiniz.
İstanbul’da kalırken bir komşumuz vardı. Evimizin yakınında ikamet ediyordu. Her sabah evine ekmek alırken bizlere de alırdı. Kapıyı her açışımızda iki ekmeğin varlığına alışmıştık. Bir gün ekmeği göremeyince amcaya bir şey oldu zannettik. Evine gittik, yoktu. Komşusuna sorduk memlekete gittiğini ve bir hafta gelemeyeceğini söyledi. Bir buçuk yıl her gün iki ekmek amcanın memlekete gitmesi haricinde kapımıza bırakıldı. O ekmeklerin kokusu hala burnumda. İlk zamanlar burada da her sabah kapıma iki ekmek bırakıldı mı diye bakmadan edemiyordum. Ama artık bıraktım çünkü o sizin memlekette kaldı.
İstanbul’daki dostluklarım da başkaydı. İlk günlerde edindiğim dostluklar hala devam ediyor. Anlamazdım onları ama biliyordum ki beni seviyorlardı. Misafir olduğumuz evlerde kızlarına çağırdıkları gibi çağırırlardı bana da. Bir defasında arkadaşımın annesi bana ‘yavrum bir ihtiyacın olunca bana söyle’ demişti. Bana farklı gelen bu sözü duyunca arkadaşıma Yavrum ne demek diye sordum. İlk defa bana kızım diye seslenmeyen teyzenin de rengimden dolayı ayrımcılık yaptığını düşünmüştüm. Beyaz insanın kendisini her zaman üstün gördüğünü ve hiç bir zaman değişmeyeceğini düşünmüştüm. Derken arkadaşım ‘annemin yanında senin değerin beni de geçti’ deyince düşündüklerimden utandım.’’
Ders zamanı gelmiş Almanca hocası beni derse çağırıyordu. ‘’Son’’… Dedi, heceleyerek… ‘’Bir şey daha söylemek istiyorum.’’ Buyurunuz, dedim usulca ve devam etti. ‘’İlk defa beyaz insanın karşısında dinimin ve rengimin önemli olmadığını sizin memleketinizden öğrendim. Teşekkür ederim’’…
Bu sözler kafamda yankılanarak derse girdim. Günlerce düşündüm ve arkadaşlarımla paylaştım bu anımı. Dünyanın materyal bakışları arasında Türk insanının ne kadar büyük kalbi olduğunu bir kez daha anladım. Biliyorum ki dünyanın mazlumları bizlere emanet.