Cumhurbaşkanımızın Suriye ile ilgili konularda yaptığı konuşmaların satır aralarını dikkatli okuyup doğru anlamak gerekir.
Erdoğan "Türkiye’nin aylardır uzattığı eli reddeden Suriye rejimi, ülkede adil ve kalıcı bir barışa da yanaşmıyor." derken, Suriye'deki belirsizliğin bölge için hiç de iyi olmadığının altını çiziyordu. Bu sözler, dün söylenen sözlere aykırı gibi görünse de her dönemin ayrı şartları olabileceği düşünüldüğünde böyle davranmakla elde edilmek istenen şey ve arzulanan maksat hâsıl olmuş olur.
Sayın Erdoğan kadim devlet aklıyla konuşuyor. Çünkü devlet aklında duygusallık olmaz. Hele hele kadim devlet anlayışımızın temelinde dünyayı bin yıl adaletle yönetmiş bir devlet aklıysa bu, duygusallığa asla yer vermeyen güvenilir bir akıl demektir. Bu akılda peygamberi bir duruş vardır. Oğuz geleneği vardır. Anadolu kapılarını bize açan Alparslanların ufuk anlayışı vardır. İstanbul'un fethini gerçekleştiren bir şuur ve bir iman vardır.
Dün Beşar Esed'e başkaca davranan devlet aklımız bugün bir başka davranıyorsa bu yine kadim geleneğimizden kaynaklanıyor. Bu kadim gelenekte kurulan oyunların siyasetine uymak değil, siyaset kurarak olaylara yön vermek vardır. Çünkü biz cihanşümul bir dinin mensuplarıyız. Bu dinin mensupları ferasetli olur, önünü görmekten aciz olanlara nispetle asırlar sonrasını görür; sonra da düşmanının yapıp ettiklerinden hareketle olmakta olanı değil beyin loplarında yatan çok derinlerdeki sinsice planlarını sezer ve tavrını ona göre koyar.
Suriye olayları ilk başladığında harici bedhahlarla işbirliğinde olan iç muhalefetimiz hep bir ağızdan Bremen mızıkacıları gibi koro halinde "girelim Suriye'ye gösterelim haddini Beşar Esed"e derken biz, bu devlet aklımızla onlara yaklaşımlarının uygun olmadığını söylemiştik. O günlerde beyinlerdeki gizli niyetleri okumuş, sonraki günleri gören devlet aklımızla kirli siyasete değil kurguladığımız temiz bir siyasetle hareket ederek 15 Temmuz'dan hemen sonra gerçekleştirdiğimiz Fırat Kalkanı benzeri harekatlar zinciriyle birçok hamleyi akamete uğratmıştık. İçimizdeki dışa bağımlılar ise mızıkacılıklarına devam ettiler ve hala da etmekteler.
Kobani'ye kapılar açtığımızda da kadim devlet aklımızın siyasetini anlamayanlar yine bunlardı ve karşı çıkmışlardı... O gün art arda yaşanan hadiselerle öyle buhran içindeydik ki bu yetmezmiş gibi Kobani üzerinden devlet olarak bizi ya IŞİD'çi diye suçlayacaklardı ya da Kürtleri katleden katliamcı bir devlet olarak damgalayacaklardı. Olayların her aşamasını sabır ve suhuletle yürüten devlet aklımız yağdan kıl çekercesine bizi karanlığın dehlizlerinden aydınlığa çıkararak hain planları işlevsiz bırakmıştı.
Bu örnekler saymakla bitmez. İHA ve SİHA’larımız, zamanında yaptığımız şehir hastaneleri, NATO üyesi olmamıza rağmen ABD’nin tüm karşı çıkışlarına rağmen Rusya’dan satın aldığımız S-400 füzeleri, havaalanlarımız, köprülerimiz, sondajını vurduğumuz gaz ve petrol kuyularımız, ürettiğimiz otomobilden tutun da savaş gemisine varıncaya kadar gerçekleştirdiğimiz milli hamleler bir yana diğer taraftan Karabağ ve Libya'ya olan müdahalemiz gibi sebebi ancak iyi niyetlilerce anlaşılabilecek daha nice hamleler devlet aklımızın karşı çıkılan icraatlarıydı.
Teröre geçit vermeyen ciddi politikamız da bu aklımızın bir ürünüydü.
Daha dün denecek kadar yakın bir geçmişimizde iç cepheyi güçlendirmeye dair söylemleriyle önlem alan yöneticilerimize yönelik akla ziyan yapılan karalamalar birilerinin kasten devlet aklımızı akamete uğratma adına yaptığı bir girişim olduğunun altınının çizilmesi gerekir.
Halep ile ilgili gelişmelere kadim devlet aklımızın derin zaviyesinden bakacak olursak daha tutarlı bir tavır sergilemiş oluruz.
Rahmetli Erbakan hocamızın yıllar önce Suriye ile ilgili olarak "Bir gün mesele Suriye olursa bilin ki hedef Türkiye'dir” derken ki tespiti, içinde yaşadığımız şu zaman dilimini çok güzel izah etmektedir. Bu tespit, İsrail’in artık Arz-ı Mev’ud hedefine ulaşmada son aşamasına geldiğinin bilinen sırrını dile getirmekteydi. Bölgede Suriye öncesi ve sonrası ortaya çıkan gelişmeler neticesinde ülkemizi zor duruma getiren Suriyeli göçmenler sorunu, Gazze faciası, Arap ülkelerinin çoğuna yakının sessizliği, Hizbullah ve İran’a gerçekleşen Siyonizm'in füze saldırıları, Ukrayna savaşı ve Türkiye düşmanlığı gibi hususlar hep bu Arz-ı Mev'ud projesinin gerçekleşmesi yolunda atılan adımlardı.
Bir sabah uyanıyoruz, Halep'in Beşar Esat'tan alındığını duyuyoruz. Camilerde yükselen ezan sesleri. Esad'ın bir bir devrilen heykelleri. Bunu yapanların muhalif guruplar olduğunu görüyoruz. Sonrasında Halep'i ele geçirirken sergilenen tavırlarla "işte gerçek Müslümanlık ancak böyle olur" diyebileceğimiz kalitede gösterilen insani davranışlar mazlumların yüreğine su serpen cinsteydi. Arka planda olan her şeyin mahiyeti de bu kadar nezih, açık ve şeffaf olsaydı bu sevinç ve coşkunun muhakkak takdire şayan bir anlamı olurdu... Ancak olayın cereyan ediş biçiminden kaynaklı birçok hususun belirsizliği haklı olarak bizi endişelere sevk etmektedir.
Bir kere Halep'i ele geçirmenin biçimsel görüntüsü bir askeri mukavemeti gösterse de şehre girişler o bölgeyi göz önünde bulundurduğumuzda muhaliflere davetiye niteliği taşıyan bir kolaylıkta gerçekleşmiş olduğu anlaşılacaktır. Her ne kadar içinde bulunulan durumun, mesela İsrail'in Hizbullah ile bu ara ateşkes anlaşması imzalamasından dolayı bu bölgenin Hizbullah milislerinden kısmen arındırılması, Suriye'ye yönelik fırlatılan İsrail füzeleri sebebiyle Suriye devletinin tüm gücünü bu saldırılara karşı koymada kullanması, İran'ın İsrail'le yaşadığı son olaylar nedeniyle Suriye'den çekilmesi, Ukrayna ile savaşan Rusya’nın direkt müdahale edememesi gibi hususlar muhaliflerin rahat hareket etmesine yol açtığı şeklinde yapılan yorumlar akla yatkın gelse de Hizbullah ve Şia'ya rağmen hele hele Kürt devletinin kuruluşu için özellikle de batının uzun süreden beri hayalini kurduğu koridorun Halep’in Sünni oluşumlara teslim edilmesiyle bir anda tehlikeye gireceği göz önüne alındığında bunun gerçek manada bir zafer olmadığı anlaşılacaktır.
İngiltere, Almanya ve Fransa gibi batılı ülkelerin özellikle de Ortadoğu konusunda bugüne kadar pek görülmedik "taraflar arasında mutedil olma" gibi yumuşakça çağrıları bile başlı başına endişe veren bir tavır olarak çıkıyor karşımıza. Bu bölge tüm motifleriyle İslami bir bölge ve burada vekâlet savaşı verenlerse batılı ülkeler. Bu bölgenin dikkat çeken asıl özelliği monarşileri yıkıp dini inançları yok ederek, ulus devletleri ve vatanseverliği sonlandırmayı hedefe koymak suretiyle totaliter bir tek dünya devletinden bahseden Yeni Dünya Düzeni’nin ilk basamağını teşkil eden bir coğrafya olmasıdır. Oluşturulmak istenen koridora ki bu koridorla Türkiye'nin Arap ülkeleriyle olan tüm bağlarının kesilerek yalnızlaştırılmasının hedeflendiği bilinen bir gerçektir. Bu gerçeği, ABD'nin Ortadoğu uzmanı Graham Füller'in "Bizim oluşturmak istediğimiz Yeni Dünya Düzenimizin önündeki tek engel Müslümanlardır. Müslüman derken ehl-i sünneti bloğunu kastediyorum. Bu sebeple Şii kesimin bizim açımızda bir tehlike teşkil edeceğini öngörmüyorum. Haliyle İran bizim için bir tehdit unsuru değil. Bugün ehl-i sünnet camiasının başını Türkiye çekiyor. Dolayısıyla Türkiye'yi ekarte edersek söz konusu düzenimizin önündeki İslam engelini kaldırmış oluruz." biçimindeki ifadesinde yer verdiği sözlerinde anlamak mümkündür.
Bu süreçte ABD tarafından YPG'ye tırlarla yapılan taaruz amaçlı son günlerdeki mühimmat sevkiyatının bir şekilde muhaliflerin eline geçmesi de sıradan bir olay olmasa gerekir.
Muhalif guruplar içinde başını çeken Hey'etü Tahriri'ş-Şam (HTŞ)'nin uluslararsı terör örgütü listesine alınışının Türkiye tarafından da kabulü, IŞİD ile irtibatlı oluşu, el Kaide ile olan ilişkisi gibi durumlar bu örgütün masumiyetine gölge düşürmektedir. Hele hele bizim gibi FETÖ'nün tüm sinsiliklerine vakıf olan bir ülkenin diyecek çok sözü vardır.
Su uyur düşman uyumaz derken teyakkuzda olmamızın gereği vurgulanır.
Gazze'yi bahane ederek donanmasını Akdeniz'e sevk etme peşinde koşan bir batının varlığı söz konusuyken Halep'in özellikle de ehl-i sünnet gibi istenmeyen guruplarca istila edilmesi karşısında alışılmışın dışında bir pesetme vaziyeti içine girmeleri bir algı peşinde olduklarını göstermektedir.
Bugün ehl-i sünnet gösterilen HTŞ örgütü yarın Türkiye'ye saldırsa ki gayet mümkün görünüyor. Çünkü örgütün temeli nereden bakılırsa bakılsın aykırılık her hallerinden belli olmaktadır. O durumda olası ve haklı müdahalesiyle Türkiye, Arapları arkadan vuran bir güç olarak lanse edilmekten kurtulamayacaktır.
Bu bakımdan Türkiye Devleti hükümetimizin olayları doğru okumada ne kadar isabetli fikir beyan ettiğini görüp desteklememiz gerekiyor.
Bu bağlamda basına düşen bir haberde, muhaliflerin kısa sürede Halep’i almasıyla büyük mevzi ve güç kaybeden Esed’i uyardığını, Suriye rejiminin, durumun daha kötüye gitmesini önlemek için gerçek bir siyasi sürece angaje olması gerektiğini, Türkiye’nin önceliğinin sınırlarının ötesindeki sükûnetin korunması ve sivil halka zarar verilmemesi olduğunu belirten Erdoğan’ın, “Türkiye milli güvenliği ve çıkarları doğrultusunda gelişmelerden istifade etmeye çalışan terör örgütü PKK ve uzantılarını engellemek için adımlar atıyor ve atacak” şeklinde geçen sözlerine yer verildi.
Suriye’de olup bitenlerdeki asıl hedefin Türkiye ve Erdoğan olduğu gerçeğini unutmamak gerekir. Uzun süreden sonra vesayet zincirini kıran tek ülke olmamız ve bunu çeyrek asırlık bir zaman diliminde devam ettirmemizin haliyle Yeni Dünya Düzeni düzenleyicileri nazarında kabul gören bir durum olmayacağı aşikârdır.
Böl parçala yut stratejisi uygulanıyorsa ki biz uygulandığına inanıyoruz, Arz-ı Mev’ud sınırları dahilinde olan bu coğrafyada İkinci Dünya Savaşıyla başlayan yıkımların Siyonist projesine karşı olası mukavemetin kırılması adına yapıldığına inanıyoruz.
Bugün HTŞ, PYD ile birlikte Baas Rejimine son vermek düşüncesiyle bir arada bulunuyorsa bu birliktelikten Müslümanların lehine bir sonucun çıkacağı asla düşünülemez.
Baas rejimi başlı başına bir zulmün kaynağı iken zalim Siyonizm’in taşeronluğunu PYD gibi unsurlarla bir arada bulunmanın hiçbir mantıki izahatı olamaz.
Uluslararası ilişkiler bağlamında nasıl ele alındığını bir tarafa bırakacak olursak bilgi kaynağının dini esaslara dayalı olduğu Melahem-i Kübra olarak bilinen son bir savaşın bu coğrafyada olacağına inanan insanların varlığı düşünüldüğünde ki ben buna inanıyorum bir savaş için gerekli ne tür hazırlayıcı unsurlar varsa burada yoğunlaştığı da ayrı bir gerçektir. Yücel Kaya’nın, 03 Aralık 2024 tarihindeki “Halep, Amik Ovası, Melhame-i Kübra ve Armageddon” konusuna yer verdiği köşe yazısında bu husus detaylı bir şekilde dile getirilmiştir.
Halep’in bu manada despot Baas Rejiminin elinden alınması sevindirici bir olay olsa da seyreden süreçte akışa müdahale noktasındaki bilinmezlikler bu sevincimizi gölgede bırakmaya yetmektedir.
Mustafa Salim
4 Aralık 2024 Ankara