Üç haftalık yıllık izinimin ilk güzergahı Ankara, İstanbul, Tekirdağ ve Çanakkale; ikinci güzergahı da Ankara, Kayseri, Malatya ve Elazığ oldu. Böyle geniş bir yelpazede eş dost ve akrabadan oluşan birçok kişiyle bir araya geldik ve hasbihal imkânı bulduk. Eğitimci olmamız hasebiyle de sohbet konularımız ister istemez eğitim üzerine yoğunlaşıyordu.
Zorunlu eğitim politikasının yersizliğinden tutun da kifayetsiz gençliğin yetişmesini salık kılan eğitim biçimine değin birçok konuda merak edilen hususlara ilişkin soruların muhatabı olmak kolay olmuyordu elbette.
Özellikle de Doğu illerimizde tarımı olumsuz etkileyen bölgesel iklimin bu yılki kuraklığı hissedilir derecedeydi. Buna rağmen millet provakasyonlara gelmiyordu Memleket meselesi konuşuluyordu. Konular ekonomiden siyasete, Türkiye meselelerinden dünya meseleleri etrafında dönüp duruyordu. Sağduyulu yaklaşımlar daha ağırlıktaydı. Anadolu irfanı hakimdi. Olgularla algılar netti vatandaşın kafasında.
“Maarif Modeli” nedir sorusuna “üniversite eğitimini dışarıda alanların ülkesine gelerek hizmeti şiar etmelerini sağlayan ruhun aşılanmasıdır” cevabıyla açıklık getirerek dikkatleri sinsice uygulanan beyin göçünün bugüne kadarki olumsuz sonuçlarına çekmeye çalışıyordum. Boğaziçi ve ODTÜ gibi bilim yuvası olarak bilinen üniversitelerimizde okuyan zeki gençlerimizin neden bir Albayrak olmadığı gerçeğinin altını çiziyordum. Maarif Modeliyle nice Albayrak’ın yetişeceğini vurguluyordum.
Sorulan sorular, verdiğimiz cevaplarla yapılan tahliller bize şunu gösteriyor;
Son çeyrek asırda ülkemizin Erdoğan’la yükselişe geçişi bizimle ilgili olumsuz tüm ezberleri bozmuştur diyebiliriz. Geçmişiyle bağları kopartılarak yetiştirilmeye çalışılan bir neslin bir asırdan daha fazla kendisine zerk edilen komplesli ruh halinden sıyrılışını ifade eden bu yükselişler bozduğu ezberlerin neticesinde dünyayı yöneten karanlık odakların uykusunu da kaçırmıştır.
Yükselişe geçtiğimiz 21. Yüzyıla haklı olarak Türkiye Yüzyılı dedik. Batı, 2000 yılına ayak bastığımız günü milenyum diye isimlendirirken biz bu tarihi müslümanların “Tevhid Yılı” olarak ilan ediyorduk.
Son çeyrek asırda yükselişe geçen Türkiye’nin engellenmesi adına yapılmadık hiçbir kötülük bırakılmadı. Bu süreçte içeriden ve dışarıdan bir araya gelerek işbirliği yapan odaklar yalan ve iftiralarla algı operasyonlarına girişerek halkın zihnini ifsat etmeye çalıştı. Bunun da ötesinde daha da ileriye gidip 15 Temmuz’da biriken kinleriyle bu milletin üzerine ateş yağdırdılar. Son çeyrek asra gelinceye kadar geçen bir yüzyılda Türkiye’nin meğer sadece belli bir zümrenin haklarını koruyup kollayan bir ülke olduğunu millet yeni yeni anlıyordu. Bu anlayış Anadolu’nun aslî unsuru olan bizlerin arasında yayıldıkça yönetime hakim fakat bizden olmayan yabancı unsurlar dehşete kapılıyordu. Ne yaparsa yapsınlar dünyaya bin yıl hükmeden bir ecdadın uyanışa geçen torunlarının yüzyılı başlamıştı.
Aileyi sarsan hamle ve yapımızla uyuşmayan bir eğitim politikasının dayatılmasıyla tarih yazan bir milletin tarih sahnesinden silinmek istendiği bu coğrafyada “yiğit düştüğü yerden kalkar” ilkesi gereği bir asır sonra tekrar tarih yazacak güce ulaşmasındaki meydan okuyuşunun adıdır “Türkiye Yüzyılı” nitelenesi.
O sebeple 2025 yılını “Türkiye’nin Aile Yılı” olarak ilan ettik dünyaya. Bir milleti millet yapan güç, güçlü ailelerden geçer. Güçlü aileler güçlü fertler yetiştirir. Güçlü fertler güçlü devletler inşa eder. Türkiye Yüzyılı’nda ailenin çöküşü manasına gelen ve dünyayı kasıp kavuran LGBT dediğimiz ahlaksızlığa yer yoktu ve olmayacaktı. Müslüman bir millettik ve dinimizin ilkeleri gereği Lutilik’e asla yol veremezdik.
Güçlü bir ailenin inşası tabiatı gereği güçlü bir eğitim sistemiyle mümkün olabilirdi. Bir asır önce darbeyi aile ve eğitimden yiyen bu millet, ancak bu iki alanın ıslahıyla kendine gelebilirdi.
Bilindiği gibi materyalist bir eğitim anlayışı dayatılmıştı bu millete. Sebep, "Arab oğlu Muhammed’in uydurması" olan bir dinden bu milleti behemehal uzaklaştırıp ayırmaktı. "Gökten indiğine inanılan kitap bir safsataydı" o günün hüküm sürenlerin nezdinde. O günkü eğitim politikasının ana fikri bu eksende seyrediyordu. Alfabe bu yüzden değiştirildi. Arzulanan tek şey bu milletin tarihini öğrenmemesiydi ve dinini tamamen unutarak ondan uzaklaşmasıydı. Allah demenin yasak olduğu bir eğitimden geçmek zorundaydı bu milletin öz evladı. Ecdadına dünyaya bin yıl hükmettiren iksir torunlarından alınmalıydı. Dini değerlerden soyutlanmış bir nesil yetiştirilmeliydi ki İstanbul’un fethinin amacı bilinmesindi. Roma diye bir dertlerinin olmamasıydı. Orta Asya’dan Anadolu kapılarına gelen bu milletin neden bununla yetinmediği ve gözlerini neden Viyana kapılarına diktiklerinin sırrı anlaşılmasındı. Bunun için eğitimin biçimi önemliydi. Örgün eğitimde arzulanan seküler anlayış yaygın eğitimde de uygulanır hale getirilmişti ki bunun en bariz örneği ezanların Türkçe okutulması ve Kur’an eğitimi yasaklanmasıydı. Aksi halde bulunanlara suç isnat edilmiş ve niceleri dar ağacında asılarak bedeli canlarıyla ödettirilmişti. Kılık kıyafet dahi dini olmamalıydı. Öyle bir hale gelinmişti ki fes ve sarıktan azade edilmiş başlar omuz üstünde bırakılmamıştı. Böylece binlerce ilim erbabı o değerli insanlar bir çırpıda yok edilmişti.
İlerleyen süreçte toplumun dinamikleri dinamitlenirken bir taraftan da nur akan musluklar kapatılarak kirin aktığı musluklar sonuna kadar açılmış ve neticesinde idealsiz bırakılmış yığınların oluşturduğu kokuşmuş, maneviyat esintisinden mahrum bırakıldığı her halinden belli çoraklaşmış bir zihniyet çöplüğü haline getirilen bir topluluk vücuda getirilmişti. Bu topluluğun dil ayarları bozulmuştu zaman içinde ve geçmişe yapılacak zaman yolculuklarına son verilmişti. Böylece geleceği olmayan, gününü eğlence bataklığında heder eden, bencil, egoist, nemelazımcı, menfaatini önceleyen, tek derdi biyolojik canlılığını garantiye almaya çalışan, şehvet düşkünü sülfi bir nesil yetiştirilmişti bu topraklarımızda.
“Ali ata bak” cümlesiyle okumayı söken kafalar, ganyancı oluyordu şakır şakır okurken, çünkü Allah’ın adıyla okuyana izin verilmiyordu. Helal bir lokmanın onlarca haram lokmadan az olduğunu sayıca öğreten bir matematikten geçiliyordu. Adem ademiyete mahkum edilerek insan değeri maymunla ölçülüyordu. Güçlülük esasına dayalı bir sosyal doku mefkuresi uğruna ilahi adalet dar ağacında sallanıyordu. İstanbul’u fetheden ecdadın torunları İstanbul’un bataklarında yolunu kaybediyordu ve Roma’yı fethetmesi beklenen gençlik 1453’ü zulüm yılı ilan edenlere inanır hale getirilmişti. Çünkü dilini Ermeni, tarihini Yahudi bir kalemden öğrenmişti. Bir milleti millet yapan dil ve tarih gibi önemli iki ana sütun kesilivermişti.
Tarihinden kopartılıp batıya meftun edilerek eğitilen ve çakılan kazıkların etrafında boyunlarına takılan iplerin uzunluğunca dolanmayı marifet sanan beyinlerin gölgesinde kalan bir yüzyılımız; teknoloji üretmek şurada dursun mevcut uçaklarımızı toprağa gömecek kadar basireti bağlanarak geçti. Petrol deryasında yüzerken betonla doldurulan kuyuların varlık hikayesiyle geçti. Devrim devrim diyenlerin Devrim otomobilini devirenlerin ihanetiyle geçti. Batının prangadalarını parçalayan münevver mühendislerimizin kaza süsü verilerek öldürülme planlarıyla geçti. Bilim adamlarımızın bilimsel faaliyetler için yaptıkları yolculuğu engellemek adına bindikleri uçakları düşürmekle geçti. İhtilallerle geçti. Siyasi suikastlerle geçti. Bütün mesele uyanışa engel olmaktı.
Türkiye Yüzyılı ve Maarif modeli diye bildiğimiz milli ve manevi değerler baglamında ağırlıklı bir eğitim müfredatına geçişimiz bu manada önemliydi. Bu yüzden Batının bağrına inen bir hançer gibi oldu. Çünkü bu hamle bu milletin fabrika ayarlarına dönüşünü ifade ediyordu. Tarihimize, ruhumuza ve inancımiza uygun eğitim demekti bu... Geçmişinden utanan değil gecmişiyle barışık ve onunla gurur duyan bir neslin doğuşu demekti bu. Yalan söyleyen tarihin yalanlarının günyüzüne çıkmasıydı bu...Çirkin yüzleri kapatan maskelerin bir bir düşmesi demekti bu.
Ecdadımızın ilim talebi için girdiği meclislerde karşılaştıkları “illa edep” dusturunu önceleyen eğitim sisteminin adıdır “Maarif Modeli.”
İnsanı ârif kılan sistemdir “Maarif Modeli.”
Nefsini tanımanın adıdır Maarif Modeli.”
Nefsini tanıyan Rabbini tanır çünkü.
"Kork Allah'tan korkmayandan" diye geçer atasözümüzde. Allah'tan korkmayan kimse, insana her türlü kötülüğü yapabilir. Böylesinden korkulur.
Maarif Modeli, Allah'a iman eden bir neslin yetişmesini merkeze alan bir eğitim sistemidir.
Mustafa Salim
18 Ağustos 2025 Elazığ