"Kuşlar gibi uçmayı öğrendik, balıklar gibi yüzmeyi öğrendik ama kardeşçe yaşamayı unuttuk.’’ diyebileceğimiz modern zamanların boğucu, bozucu ve bitirici etkilerini yoğun bir şekilde yaşamamız öncelikle bizlerin kusuru ve vebalidir.
İnsanlık belki de tarihinin hiçbir kesitinde tanık olmadığı ölçü ve ölçekte doğusuyla batısıyla sistemli bir siyasi, dini ve etnik eksenli kin, kan, kıyım, katliamla karşı karşıya. Belirli ülke ya da bölgeler kan gölü ve ateş topuna dönüştürülmek istense de insanlık topyekûn yaşanmaz bir dünyaya doğru hızla yol almaktadır.
Mazlum ve mağdur insanların ölümlerinde bile etnik ve coğrafi farklılıklar ile mezhep ayrımının yapılması insanlığın can çekiştiğini göstermez mi?
Nitekim diğer bir adı barış olan İslam, farklılıkların bir arada, kardeşçe yaşamasıyla ilgili ahlaki ve hukuki ilkeler belirlemiş tek dindir. Bu bağlamda örnek ve önderimiz olan Peygamber Efendimiz, Yahudiler, müşrik Araplar ve az sayıdaki Hıristiyan Araplarla yaptığı Medine Sözleşmesi farklı din ve fikir mensuplarının Medine’de beraberce yaşamasının temellerini canlı bir toplum pratiğinde bütün insanlığa göstermiştir.
Yeryüzünde dillerin, renklerin, etnik yapıların farklı oluşu ötekini, tanıma ve bilme amaçlıdır. Kur’an-ı Kerim bu farklılıkları Rabbimizin ayetleri olarak değerlendirir.( Rum, 30/20 ) Zenginlik olan farklılıkların ilahi kudretin, hikmetin ve imtihanın birer parçası olduğunu (Maide, 5/48 ) idrak etmeliyiz.
İslam öncelikle ve özellikle barış ortamında kendini ifade edebilmiştir. İslam dünyasında kavgalar, kargaşalar ve iç çatışmalar yüzünden net bir İslami algı ve anlayış ortaya konulmuş mudur? Oynanan oyunların, kurulan tuzakların asıl nedeni dekarikatürize, terörize ve atomize edilmiş bir İslam değil mi?
Barış düzleminde kardeşliği ihmal ve imha edenlerin akıbeti sadece pişmanlık ve perişanlıktır. Şayet kardeşlik eksenli hayatların aktörleri olmaz isek başkalarının figüranları oluruz.
Bizlere kardeşliğin hamaseti, kitabeti ve hitabeti lazım değil; lazım olan hakikati, hukuku ve ahlakı. Ancak bireyin ve toplumun mahrumiyetini, mahkûmiyetini, mağduriyetini gideren bu anlayışa, yakın ve yatkın olmalıyız.
Barışa başkaları şu ya da bu anlamı yüklemiş olabilir. Genetiğinde ve geleneğinde İslam olan bizler için sınırlarımızı inancımız belirler. Said, sadık ve salih olmanın yolu da bu sınırlara riayet etmekten geçer.
Barış yolundaki dinamitleri, dikenleri, desiseleri ve dönen dolapları da görmemezlikten gelemeyiz. Bu işi sabote etmek, suiistimal etme, sömürme amacıyla fanatiklerin ve bağnazların nasıl çalıştıklarını biliyoruz, görüyoruz.
Bu sorunun çözümü sandıklardan, sokaklardan, satırlardan, silahlardan önce, özne ve öncü olma potansiyelimizi harekete geçiren sadırlarda, sinelerdedir.
Şafi olan Rabbimizin şifa olan hitabıyla:
‘’Ey iman edenler! Hepiniz topluca barış ve güvenliğe girin. Şeytanın adımlarına tabi olmayın. Çünkü o, sizin apaçık düşmanınızdır.’’ (Bakara, 2/208)