İlkel kabilelerin değil; küresel, kapital ve kanlı kabilelerin egemen olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Zira küresel düzlemde gerçekleşen bu örgütlü zulüm haksızlığın kanıksandığı, ahlakın sukut ettiği, insanlığın iflas ettiği günlerin yaşanmasını kaçınılmaz kıldı.
Bu kinli ve kirli kabilelerin istedikleri saygın ve olgun değil, saldırgan ve silik kişiler… Örgütsüz, duyarsız, öğütülmeye mahkûm kitleler…
İslamiyet’ten önceki Cahiliye Dönemiyle ilgili anlatılan bir anekdotta; aşiret reisine zulüm ve haksızlığın ne olduğu sorulduğunda düşman kabilenin benim eşimi, çoluğumu çocuğumu, malımı mülkümü almasıdır karşılığını verir. Adalet nedir, şeklindeki soruya ise benim onların malına mülküne, eşine, çoluğuna çocuğuna el koymamdır, karşılığını verir.
Bu bağlamda batıl Batının Afrika’da, Orta Doğu’da ve diğer mazlum ve mağdur coğrafyalarda cahiliyenin bu modern (!) yüzüne tanık olmadık mı?
Günümüzde barış, adalet, demokrasi, eşitlik, özgürlük ve insan hakları söylemi modern dünyanın insanlık dışı hallerini kamufle eden bir örtüden başka bir şey değildir. Çünkü bu söylemleri eyleme dönüştürdüğünü iddia eden ülkeler dünya nüfusunun % 15’ini oluşturdukları halde dünya kaynaklarının % 80’ini sömürmelerini nasıl açıklayabilirler?
Yaşanılır bir dünyanın artık imha ve ifsat sürecini tetikleyen, haddini, hesabını, helalini bilmeyen insanların şekillendirdiği modern değerlerle mümkün olmadığı, artık apaçık bir gerçek… Nitekim bunların dünyaları kirli ve elleri kanlıdır. Tarih de buna şahittir.
Farklı bir yaşam biçimi, siyaset modeli, mücahede azmi ve dünya görüşü sunma potansiyeline sahip tek sistem İslam’dır. Bundan dolayıdır ki İslam’ı ve Müslümanları terörize etme çabaları, karikatürize etme atakları, atomize etme girişimleriyle İslam’ı alternatif olmaktan çıkarmak istiyorlar.
Terör ve şiddet suçlamasına özellikle maruz kalan Müslümanlar, istisnaları ayrı tutarsak, işgal ve istilaya uğrayıp mazlum, mahzun ve maktul durumunda olanlar değiller mi? Irak, Filistin, Suriye, Çeçenistan, Afganistan, Myanmar, Patani…
Ne var ki bugün asla tasvip etmesek de üzülerek kabul etmeliyiz ki İslam coğrafyasının bazı bölgelerinde bazen din ve mezhep adına ahlaki, hukuki meşruiyetten yoksun bir şiddet hüküm sürmektedir.
Vahşete dayalı ölümlerin Ankara’da, Gazze’de, Şam’da olmasıyla Paris’te, Londra’da, Berlin’de meydana gelmesinin farkı yoktur.Masum bir insanın öldürülmesi tüm insanlığın yok edilmesiyle eşdeğer değil miydi?
Yaklaşık on dört asır öncesinde okuma yazma öğretme karşılığında savaş esirlerini bırakan bir din, bazı Müslümanların yanlış yorumlamalarından ve örnekliğinden dolayı şiddete yakın ve yatkın olduğu şeklinde algı operasyonlarına maruz bırakılmaktadır. Oysaki İslam, farklılıkları bir arada barış ve kardeşlik içinde yaşamalarıyla ilgili ahlaki ve hukuki ilkeler belirlemiş; bunun da en kadim ve çarpıcı örneklerinin hayata yansımasını sağlamış tek dindir.
Bizler de İslam’ı önyargıların, asabiyetin ve aşırılıkların hedefi haline getirmemek için insanı ve İslam’ı kendi bütünlüğüyle ele almak, Müslümanları yok sayanlara karşı sığınmacı değil aziz ve asil bir duruş ortaya koymak, birbirimize karşı ise koruyucu, kardeşleştirici bir yol izlemek mecburiyetindeyiz.