Sekseni geçkin yaşıyla seyahate değil, sefere çıkmıştı. Hem de binek sırtında Medine’den İstanbul’a doğru… Bu kişi mihmandarı nebi olan Ebu Eyyub el- Ensari’den başkası değildi. Bizans surlarının önünde son nefeslerini verirken şu vasiyeti etmişti:’’ Şayet burada ruhumu teslim edersem, bedenimi Bizans içlerine doğru götürebileceğiniz en son yere kadar götürün, öylece defnedin.’’ olmuştu.
Son isteği kutsal topraklara veya köyüne defnedilmek değildi.
Yaşı ilerlemiş olmasına rağmen emekliliğin keyfini sürmek yerine, ilahi kelimetullahı yükseltmek için seferden sefere koşmuştu.
Bu bağlamda Ukbe b. Nafi, Afrika’yı fethederek ilerlerken uçsuz bucaksız Atlas Okyanusunu görünce ne dediğini hatırlayalım:’’ Ya Rabbi, şayet karşıma şu kocaman deryayı çıkarmamış olsaydın senin yüce ismini daha ileriye götürecektim. Daha fazlasını yapamadığım için af diliyorum.’’
Ne muazzam bir inanç, itaat ve istikamet…
Ümmü Harâm, bir kadın sahabe… Uhud ve Huneyn gibi savaşlarda bulunup yaralı askerlere hizmet etti. Kıbrıs seferine katıldı ve şehit düştü.
Bir kadının orda ne işi vardı, diyebilir miyiz? İslam’ı ilk kabul eden ve ilk kanı dökülen de kadındı. Biliyoruz ki Allah cinsiyete bakmaz, kulluğumuzdaki ciddiyete bakar.
Diyarbakır’da medfun olan yirmi yedi şehit sahabe olduğunu biliyoruz. Bu sahabeler Mekke ve Medine’de yaşamayı niçin tercih etmediler?
Önder Hz. Peygamber’in emriyle Çin’e gitmemiş miydi Vehb bin Ebi Kebşe? Nerdeyse bir yıllık bir mesafe… Medine’de Musab neyse Çin’de Vehb bin Ebi Kebşe odur. Mezarıyla da Çin’de karşılaşıyoruz. Ve daha birçok örnek vermek mümkün. Bugün yeryüzünde İslam’ın yansıması ve yankısı varsa bizler bunu eski davetçilere borçluyuz.
Peki, sevdiklerin geride bırakılıp cinsiyet, yaş, uzaklık ve doğa şartlarının dahi engelleyemediği veya erteleyemediği bir mücadele aşkı ve azmini nasıl izah edebiliriz?
Bu nasıl bir adanmışlıktır? Bu nasıl bir aidiyettir?
Ya biz günümüz Müslümanları?
Bu nasıl bir atalettir (tembellik)? Bu nasıl bir asabiyettir (kabilecilik)?
Ülke, bölge ve dünya şartları düne nazaran daha bir münasipken içinde bulunduğumuz bireysel ve toplumsal çıkmazların nedenlerini doğru çözümlemek ve değerlendirmek gerekir.
Bırakın kıtalar ötesindekilere ulaşmayı, inancımız komşularımız ve akrabalarımızla yakınlaşmamızı sağlayabiliyor mu?
Bırakın binek sırtında aylarca yol kat etmeyi, Allah için ve Allah yolunda en konforlu ulaşım araçlarıyla bile saatlerce yol almaya katlanabiliyor muyuz?
Bırakın kılıçla, kalemle ve kelamla cihat etmeyi, zalim bizdense ve zulme uğrayanlar da başkalarıysa bu duruma kalbimizle dahi buğzedebiliyor muyuz?
İman sahibi her kişi İslam’ı temsil ve tebliğ etmekle yükümlüdür. Çünkü iman, iddiayı; iddia, davayı; dava, daveti gerekli kılar.
Öyleyse bizleri davadan ve davetten alıkoyan nelerdir?
İnandığımızı yaşamak veya yaymak için imkânımız yok diyebilir miyiz? Bizden önceki nesillerin daha iyi imkânlara sahip olduğunu kim iddia edebilir? Hayır, sorun imkânsızlık değil, ihmal.
Geçim derdi, çoluk çocuk meşgalesi… Dünyalık hırs ve hevesler… Hayatın lezzet ve şehvetleri…
Öncelediklerimiz veya önemsediklerimiz bizleri irşattan, ikazdan, inzardan uzaklaştırmadı mı?
Örnek ve önder Hz Peygamberin Safa tepesinden yükselen çağrısı kıyamet sabahına dek yankılanacaktır. Ne mutlu bu sönmez ve silinmez davayı yaşayarak yayanlara…