Herhangi bir merasime, zamana, zemine, araca ve aracıya ihtiyaç duymadan insanoğlunun emellerini, elemlerini Rabbi ile paylaşımıdır, dua.
Acziyet hissiyle sadece O’na halimizi arz etmemizdir. Küçüklüğümüzü hatırlayıp O’nun büyüklüğüne sığınmamızdır.
Daralan ruhumuza, dağılan zihnimize ve dağlanan yüreğimize şifadır.
Dua, fani ve fena olan madde âleminden mana sonsuzluğuna doğru bir yükseliştir. Muhabbet ve teslimiyetle…
Dua etmek yetmez, almak da gerek. En makbulü saklıdır, oruçlunun kurumuş dudaklarında… Mazlumun ahında… Yolcunun ve misafirin memnuniyetinde… Hastanın iniltisinde… Ana, babanın dilinde… Kardeşinin gıyabında…
Kızarmayan yüz, yaşarmayan göz, hissetmeyen öz ve eyleme dönüşmeyen bin bir söz dua olarak değerlendirilebilir mi?
Şahit olduğumuz olaylara, herhangi bir şekilde fiili veya sözlü müdahale imkânı varken rahatımızı bozmamak ya da kendimizi riske atmamak adına hep kalp ile buğz ederek dışarıya yansımayan içsel sızlanmaların dua olduğunu mu düşünüyoruz?
Sesini sahibine bile duyuramayan, sahibinin sesini duymaktan aciz bir yürek; ruhsuz, heyecansız, klişeleşmiş tekrarlara dua diyebilir mi?
Aslında sözden öze, söylemden eyleme uzanan, teveccüh ve tevekkülle harmanlanan çaba ve uyanış değil midir, dua?
Nitekim kulun gücünün bittiği yerde Rahman’ın yardımı başlar. Gücümüzün tükendiği noktada olup olmadığımızı kontrol ediyor muyuz?
Hayat ve hidayet kaynağımız olan Kur’an-ı Kerim, fırtınalı bir havada denizin ortasında kalan gemiden kurtulmak için samimiyetle dua edenlere dikkatimizi çekiyor. Ölümden kurtulmak için hiçbir sebebin kalmadığı anı ve insanoğlunun iç dünyasını ortaya koyuyor. Akabinde darlıktan genişliğe ulaşanların, şerden hayra kavuşanların nasıl döndüklerini ve döneceklerini anlatıyor. Bugün de bize yabancı gelmeyen bu kör ve nankörleri uzaklarda aramayalım.
Uçak türbülansa girdiğinde edilen duaların samimiyetinden kim şüphe edebilir? Ameliyata götürülen ya da yoğun bakım ünitesine alınan hasta ve hasta yakınları dillerinden duayı düşürebilirler mi? Ambulans beklerken, itfaiyeyi ararken geçen zaman dilimindeki dualarımızı unutabilir miyiz?
Peki, bu samimiyet ve hassasiyet ne zamana kadar devam eder?
Tehlike geçip rahata erince duyarsız mı kalacağız ibadetin özü ve kulluğun bir parçası olan duaya. Zira ruhun gıdasıdır dua, bu gıda fasılasız verilmelidir ruha.
İlk ve son sığınağımız, dua.Ezilebilir, üzülebilir ve yenilebiliriz lakin ye’se düşemeyiz. Benden buraya kadar diyemeyiz. Haddimizi aşmadan edeple yakarmalıyız. Hz Nuh (as) 950 yıllık davet serüveninin sonunda Rabbine şöyle diyordu: ‘’ (Nuh) Rabbine yakardı: Ben yenik düştüm, bana yardım et.’’
Hz Ömer’in:‘’ Ben duanın kabul edilmemesi kaygısını taşımam, içimde dua etme isteğinin olmaması kaygısı taşırım.’’ şeklindeki haklı endişesini bizler de yaşıyor muyuz?
Nihayetinde Rabbimiz, örnek ve önderimiz olan Peygamber Efendimizin (sav) şahsında hepimize şöyle hitap etmektedir:
‘’De ki; duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?’’ (Furkan-77)