Yer, Mescid-i Haram… En sevgiliden en güzel sözün duyulmaya başlandığı kutsal topraklar…
Kim bilir nereden gelmişti. Ne yollar kat etmiş, ne zahmetler çekmişti. Nihayetinde rahmete ermişti. Hayranlık yönü ağır basan bir hayret duygusuyla izliyordum. Kabe’yi koltuk değnekleriyle tavaf eden, sol dizinden aşağısı olmayan kardeşimizi… Yüzündeki tebessüm ve tere, adımlarındaki uyum ve anlama odaklanmıştım. Sol tarafındaki aşkın, ağırlığın ve ağrının yansımasıydı hissettiğim. Tekerlekli sandalye kullanabilecekken yürümek istemişti belli ki… Her adımda yüceliyor, yükseliyordu, sanki.
Düşünüyorum da engellilik hali ayağının olmaması mıdır, yoksa hak yolda yürümemek ve hakikati bulma uğruna yeryüzünü adımlamamak mı?
Hatta hiçbir engeli olmadığı halde vicdanı olmayanlara ne demeli? Cüzdanı kabarık, ensesi kalın, koltuğu kaliteli ise vicdanlı olmak geçerli kriter sayılmıyor maalesef günümüzde.
Acınacak bir halde olanlar, fiziksel ve zihinsel engelli olanlar değil, hakka talip olmayan ve vicdanın sesine tabi olmayanlardır.
En sevgilinin en zirveye çıktığı kadim topraklar… Kudüs’te üzülen, kapısında ezilen bir ümmet… Yer, Mescid-i Aksa… Ve bir sabah namazından sonra… Mescidin gerilerinde, lakin yine de gözler önünde… Siyah saçlı, aksakallı bir ağabeyimiz oturmuş Kur’an okumakta, kucağındaki büyükçe bir mushaftan. Yanında ise küçük bir çocuk… Görme engelli olduğu aşikâr… Dokunarak okuyor ve bu bana ziyadesiyle dokunuyor. Bu azim, bu aşk engel tanır mı ki? Ya gördüğü halde ilahi kelamı okumayan veya öğrenmeyenler?
Anlıyorum ki asıl ve aslında engelliler, hakkı görmeyenlerdir.
Tanıdığım engel tanımayan ama engel olunan iki insan var: Paşa Hocam ve Abdulkerim kardeşim…
Biri öğretmen, diğeri öğrenci. O kadar çok şey öğrendim ki her ikisinden…
Yürekleri büyük, ufukları geniş, umutları daim… Sesleri hoş, sözleri hoş, özleri hoş… Bakışlar engel, basamaklar engel…
Bir ziyaretimiz esnasında Hocamız, kazanın ardından tam yirmi beş yıl oldu bugün, demişti. O an imtihan olmadığımız acıları anlamanın ne kadar zor ancak konuşmanın ne kadar kolay olduğunu hissetmiştim.
Hayatlarını kolaylaştırmak için üzerimize düşenin ne kadarını gerçekleştiriyoruz diye bireysel ve toplumsal sorgulamaya ihtiyacımız olduğunu anladım.
Abdulkerim’in yaşı kadar meslek hayatım var. Çok öğrencim oldu fakat bu kadar özel olanını pek hatırlayamıyorum.
Keskin zekâ, yüreğe işleyen bir ses, müthiş bir okuma azmi, tebessüm eden bir çehre…
Ne çok sevinmiş ona yazdığım şiiri kayıt cihazına okuyunca. Yanlışlıkla silmiş bir tuşa basınca. Söz uçar yazı kalır, aklımızda. Abdulkerim’in şahsında hediyemdir, özel insanlara.
Allah’ın bir lütfusun, ailene ve bize.
Baki kalacak özün, cennette.
Dalından sarkan meyveler, şarıldayan nehirler eşliğinde.
Uzaklar yakındır, günü geldiğinde.
Lazımdır, iman ve salih amel şahitliğinde.
Korkma karanlıktan, kaçma hakikatten.
Ezilme, üzülme, elemlenme!
Rahimdir, elbet yurdunda.
İlmek ilmek işlemiştir, alın yazında.
Mağlup olmayacaksın, her iki cihanda.