Felaket tellallığı yapmadan, duygu sömürüsüne kaçmadan durum değerlendirmesi yapmak zorundayız.
İmar edilen şehirlerimize, yükselen hayat standardımıza rağmen akide kaybı, kimlik krizi, ahlaki erozyon ve neslin kaosa sürüklenmesine hep beraber şahit olmaktayız.
İmkânlarımız artıkça ihmallerimiz de çoğaldı.
Vicdanlara hapsedilen, kültürleşen, sıradanlaşan veya sadece ibadetle sınırlandırılan bir dini anlayışı yaşamaktayız. Aslındaİslam’ı olduğu gibi kabul etmemiz bizden istenirken, istiyoruz ki bulunduğumuz hal üzere İslam bizi kabul etsin. Kitabın emrettiği akide, ahkâm, amel, ahlakın neleri kapsadığı bilinmeden ve bunlar yaşanmadan dosdoğru olunamaz ve kalınamaz. İslam’ın doğru anlaşılması, hakkıyla yaşanması, bireysel ve toplumsal sorumlulukların yerine getirilmesi buna bağlıdır.
Parçacı ve parçalayıcı dini algılar sebebiyle bugün ümmet pişman ve perişan değil mi? Küfür tek milletken ümmet neden yetmiş iki millet?
İslam’ın zamanlar, mekânlar üstü kapsayıcı ve bağlayıcı ilke ve değerleriyle yaşam algı veya anlayışımızı temellendirdiğimiz pek söylenemez.
Hakkın temsilcisi, batılın gidericisi ve rahmet taşıyıcısı olması gereken biz Müslümanlar; kutsal kitaba ne kadar yakın ve yatkınız? Çok kıbleli veya kıblesiz bir yaşam mı sürüyoruz? Kabri ve kalbi ihmal etmedik mi?
Müslüman kimliğinin önüne ve arkasına laik, liberal, demokrat, sosyalist, milliyetçi gibi kimlik krizinin belirtisi olan nitelikler sıklıkla kullanılmıyor mu artık? Ve kimlik krizi denilen şey, aslında iman krizi değil midir?
Vahiy kaynaklı olmayan cahiliye ürünü beşeri ideolojileri ve sistemleri İslami literatürle nasıl savunabiliriz? Aşırılık, asabiyet, alışkanlık ve arzulara yenik düşen biz Müslümanlar, ne yazık ki günaha müsamahalı ve harama müsaadeli bir yaşamı ve sistemi içselleştirdik.
Dünyevileşen ve bireyselleşen bizler hesapçı, hazırcı ve hazcı bireyler haline geldik.
Mabet değil market merkezli bir hayatı benimsedik.
İktidardan nemalanma hırsı, paraya ulaşma arzusu ve karşı cinsle hemhal olma sınırsızlığıdin(i)darlar ve muhafazakârlar üzerinden ahlaki çöküntünün ve çürümüşlüğün yaygınlaşmasına neden oldu.
Gazetelerimizin üçüncü sayfasına ve televizyon ekranına yansıyan cinnet, cinayet, intihar, soygun, vurgun, taciz haberlerinin artarak devam ediyor olması ahlaki erozyonun boyutlarını göstermektedir.
Şehvet, şöhret ve servet odaklıbir topluluğun şerle tanışık, şeytanla barışık, günaha alışık ve kafası karışık olmaması beklenemez.
En büyük tehlike ise günahın veya haramın zamanla normalleşmesi… Savunulması… Toplumsallaşması… Ve yasallaşması…
Bu ve benzeri sebeplerden dolayı bedevilerden medeni, haramilerden sahabe ve eşkıyadan evliya çıkaran bir dinin güzelliğini yaşayamıyor ve yaşatamıyoruz.
Ancak bizler için ilk, tek ve son tercih olan İslam; yeryüzünün imarını, toplumun ıslahını, neslin ihyasını, akide ve ahlakın inşasını sağlayacak bir yetkinlik ve yeterliliğe sahiptir. Zulmün, zulmetin, zilletin izalesi, adaletin ikamesi de bu şekilde gerçekleşebilir.
Nihayetinde Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’in haklı olarak sorguladığı ve herkesin şahsından başlayarak yanıtlaması gereken bir soru:
“İslam güzel de Müslümanlar bunun neresinde?”