Akıbet ve ahiretimiz için hayati bir imkân olan yetimlerimiz, ümmetin geleceğini şekillendiren bir imtihandır. Çünkü Müslümanlar tek bir bedenin uzuvları gibi birbiriyle ilgilenmek, birbirlerinin acısını paylaşmak ve yardımına koşmakla mükelleftirler. Böyle olması gerekirken yetimlerimizin çığlığını duyup çağrılarına icabet ettik mi?
Kaç yetimin adını ve adresini biliyoruz? Kaç yetimin derdine derman olduk? Kaç dulun duasını aldık?
Cahiliye devrinde toplumun güçlü kesimleri dul, yetim ve yoksullara karşı merhamet göstermezlerdi. Şahsi menfaatlerinin gereğini yaparlardı. Kabile veya aşiret reisleri bir akrabaları öldüğünde onların mallarına el koyarlardı. O mallardan elde ettikleri kârları ise asıl sahiplerine de vermezlerdi.
O günlerde bu zulmü yapan zalimlerin başında Ebu Cehil gelmekteydi. Her şeyini bu zalime kaptıran bir yetim, Kâbe’nin etrafında hakkını aramak ve almak için kendisine yardımcı olacak bir hakem arıyordu. Bu durumu anlayan akıldan ve ahlaktan yoksun müşrikler eğlenmek için:’’ Git derdini Muhammed’e anlat, o senin hakkını alır.’’ dediler. Yetim delikanlı onların pis ve habis niyetinden habersiz yaşadıklarını Peygamber Efendimize anlattı. Efendimiz hemen delikanlıyı alıp Ebu Cehil’in kapısına gitti ve yetimin hakkını istedi. Bunu görenler işte, şimdi kavga çıkacak, diyerek seyretmeye koyuldular. Fakat umdukları gibi olmadı. Ebu Cehil hiç itiraz etmeden aldıklarını teslim etti.
Günümüzün görüntü ve gürültü çağında yetim, yoksul ve dullara karşı zulüm ve zulmet çağdaş kılıflara bürünüp hüküm sürmüyor mu? Kollayıp gözetmediğimiz, adil davranmadığımız, infak etmediğimiz, horlayıp incittiğimiz yitik yetim ve yoksullarımızın dünyada ve ahirette hesabını verebilecek miyiz?
Masalarda ve meydanlarda gerçekleşen haksızlıklarla yüklü bu vahim tabloya neredeyse alışır olduk. Bizler böyle bir durum karşısında taliplisi ve takipçisi olduğumuz Nebevi duruşun gereğini yerine getirebiliyor muyuz?
Masa, kasa endişesi, çizgi çıkar çatışmasında İslami ve insani tavrımızı nasıl etkiliyor? Yetim ve yoksul kardeşlerimizin hakkını savunma adına bizler de çeşitli kapıları çalabiliyor muyuz? Kapılara çıkanlara bir çift söz söyleyebiliyor muyuz? Bunu da yapamıyorsak en azından kalbimizde buğz edelim, eğer hala imandan bir kırıntı taşıyorsak. Yoksa şu ilahi ikazı unuttuk mu? ‘’ Haksızlıkla yetim malı yiyenler, karınlarına ateş doldurmuş olurlar. Onlar çılgın bir ateşe gireceklerdir.’’ ( Nisa,4/10)
İnsanlığı felakete sürükleyen yedi büyük günahtan biri olarak Peygamber Efendimizin ifade ettiği bu haksızlık, tüyü bitmemiş yetimin hakkını gözeten inancın ve medeniyetin temsilcisi olan bizler için öncelikli gündem ve görev olmalıdır. Bu meseleyi ihmal edersek yetimlerin ahından kurtulamayız.
Ne yazık ki en fazla yetimin olduğu, âlemi İslam’a her gün yeni bir coğrafya eklenmektedir. Bağrımıza saplanmış bir hançer gibi… Filistin, Arakan, Doğu Türkistan, Çeçenistan, Afganistan, Irak, Patani, Suriye, Yemen… Kim bilir sıra nerede?
Yeryüzünün ‘’en şerefli yetiminin’’ ümmeti olan bizler, yetim ve yoksullarımızın her geçen gün arttığı dünyamızda kardeşlerimize ihtiyaç duydukları her alanda yer açmak için acele etmeli ve daha fazla geç kalmamalıyız. Bu durumu önemli ve öncelikli bir mevzu olarak ele almaz isek bizlere ‘’Allah’ın emaneti’’ olan kardeşlerimiz organ mafyasının, misyoner teşkilatların ve insan tacirlerinin pazarı olmaya devam edeceklerdir.
Vebalimiz ve sorumluluğumuz ağır ve bizler de ağırdan almayalım diye örnek ve önder Hz Peygamber Efendimizin müjdesini hatırlayalım:
‘’ Kendisine ve başkasına ait yetime bakan kişi ile ben şu iki parmağım gibi – orta parmağı ile başparmağını yan yana getirdi – cennette yan yana olacağız.’’ ( Buhârî )