Günümüz İslam coğrafyasında, Batı’nın ve batılın hedeflediği, bizlerin de hayata aktardığı Müslümanlık ile İslam dininin ulvi ilke ve değerleri arasındaki makasın bir hayli açıldığını üzülerek görmekteyiz. Elli küsur İslam ülkesi olmasına rağmen huzur, barış ve güven içinde yaşayan parmakla gösterilebilecek bir İslam toplumu bulmakta zorlanmıyor muyuz? Müslüman toplulukların enerji kaynaklarını sömüren, kendi yurtlarından onları süren, birbirleriyle sürtüştüren rahatını ve refahını İslam coğrafyasına borçlu olan Batı, özellikle dinlerin beşiği, kadim medeniyetlerin eşiği olan Ortadoğu’yu kan gölü ve ateş topuna çevirdi. Etnik ve mezhebi zenginlikleri ayrılığa, ayrışmaya ve çatışmaya dönüştürdü.
Türkiye üzerinde oynanmak istenen oyunlar aşikâr. Mısır darbeyle, Suriye ve Irak savaşla, İran iç kargaşayla, Filistin Siyonistlerle, Yemen ve Lübnan iç ve dış müdahalelerle şekillendirilmek istenmekte.
Bölünmüşlüğün, parçalanmışlığın en fazla olduğu bölge Ortadoğu’dur. Aşiretçilik, mezhepçilik, ırkçılık ve ulus devlet anlayışı bir türlü aşılamadığından emperyalistlerin ve Siyonistlerin manevra sahası, Müslümanların kanı ve gözyaşının durmadan aktığı bir coğrafyadır, kadim ve kutsal Ortadoğu.
Çözüm olarak, İslam ülkelerinin başkalarınca yutulmamaları için birleşerek büyümeleri gerektiğini düşünen ve bizim de savunduğumuz Üstad Sezai Karakoç’un İslam Birliği literatürünü dikkatli bir şekilde okuyalım.
’’Coğrafi şartlar, bize, artık bu sınırların tartışma gününün geldiğini gösterdiği gibi tarih de tarihi şartlar da bizi bu noktaya doğru zorlamaktadır. Çünkü …ülkemiz, bugünkü ülkemizden ibaret değildir. Çok daha geniştir. O geniş ülkede yaşayan millet vardır. Bu millet bir medeniyetin, İslam medeniyetinin toplumudur. Bu medeniyette ırk unsuruna, tabii, reel bir gerçeklik olarak bakılır; ancak ırk esasına dayanılmaz. Bu medeniyette ırklar, renkler, diller, hepsi yan yana kardeşçe yaşarlar ve bir toplumu oluştururlar…/ Nitekim bin seneden hatta bin dört yüz seneden beri bu Ortadoğu denilen bölgede ırklar bu medeniyet anlayışından bu insanlık anlayışından hareketle birbirlerine karışmışlardır. Saf olarak bir ırk kalmamıştır. Bazı bölgelerde dil sebebiyle bir takım toplaşmalar görülüyorsa da bunu ırklar ayrıdır, birbirinden ayrı yaşamaktadır demek manasını gelmediğini hepimiz biliyoruz. Suriye Araplardan ibaret değildir. Suriye’de Araplar, Türkler, Kürtler, Çerkezler vardır. Ve bunlar İslam toplumunun İslam medeniyetinin oluşturduğu toplumun yani İslam medeniyetinin fertleri olarak yan yana yaşamışlar, iç içe geçmişler ve birbirinden ayrılmaz olmuşlardır. Aynı şey Irak için de söz konusudur. Irak’a baktığımız zaman, yine orda da Kürt, Türk ve Arap ırkları vardır. Ve bunlar da yine geçmiş zamanda birbirine karışmışlardır. Aynı gerçeklik, bizim için de söz konusudur. Nüfusun büyük çoğunluğu Türk olmakla birlikte Kürt, Arap ve daha başka ırklardan, Kafkasya ırklarından gelmiş kardeşlerimiz vardır. Bütün bunlar, bir milletin fertleridir ve hepsi birbirinin kardeşidir ve hepsi birbiriyle kaynaşmıştır.’’
Evet, bizler biriz ve aynı vücudun uzuvlarıyız. Üstat Sezai Karakoç’la bitirelim.
‘’Siz Fırat ve Dicle’yi bıçakla kesebilir misiniz? Burası senin, burası benim diyebilir misiniz? Oysa Fırat ve Dicle şırıltılarıyla kendi mecralarında akarlarken bize diyorlar ki ‘sen nasıl parçalanmazsan, bir bütünsen, ben de bir bütün olarak yalnız Türk’ün, yalnız Arap’ın, yalnız Kürt’ün değilim. Hiç kimse bana tek başına sahip çıkmasın. Ben İslam milletinin suyuyum, onun can damarıyım. Siz de bundan ibret alınız ve parçalanmayınız, bölünmeyiniz.’’ (Çıkış Yolu1 Ülkemizin Geleceği/ Diriliş Yayınları, İstanbul 2002)