Sokaklarda, otogarlarda, parklarda, izbe ve harabe evlerde, karın tokluğuna çalıştıkları işlerde ve daha pek çok yerde onlarla karşılaşabilirsiniz.
Gördüğünüz veya gözlemlediğiniz şekliyle kalbe, kaleme ve kelama yansırlar. Bazen kırmızı ışıkta arabanıza doğru yaklaşan mahcup bir çehre oluverirler. Bazen cami önlerinde isteyen mahzun bir el… Bazen güvercin tedirginliği yaşayan kimsesiz, kimliksiz bakışlar… Bazen birçok dil bilen, makul ve mantıklı zihinler… Bazen gurbetin ve garipsenmenin dayanılmaz ağırlığını hisseden yürekler… Bazen yaşadıklarından veya yaşattıklarımızdan dolayı dinmeyen gözyaşları… Ve birçoğumuz onları bağrımıza bastık, ağırladık. Bazılarımız onları başımızdan savıp aşağıladık. Bazen varlıklarını hiç algılamadık. Bir kısmımız ise onların var oluş ve var kalış mücadelelerini hiç anlamadık veya anlamlandıramadık. Onlar, Suriye krizinin en mağdur ve mazlum aynı zamanda en masum yüzü olan Suriyeli muhacir kardeşlerimiz… Hicret yurduna dönen ülkemizde yaşayan üç milyon muhacir kardeşimiz, bizler için inanç, vicdan ve ahlak sınavıdır. Acaba bu imtihanın ne kadar farkındayız ve bireysel anlamda neler yapıyoruz? Sadece konuşuyor muyuz yoksa yaraları sarma, gözyaşlarını silme uğruna koşturuyor muyuz? Ne de olsa devletimiz bakıyor, aymazlığında mıyız? ‘’Komşusu açken tok yatan biden değildir.’’ nebevi öğretisi bizler için ne ifade ediyor? Evini, ülkeni, her şeyini bir daha ne zaman döneceğini bilmeden bırakıp meçhule gitmek mecburiyetinde kalmak nasıl bir duygudur? Dilini konuşamadığı, yol iz bilmediği bir memlekette yaşayan ve çocuklarını burada büyütmeye çalışan çaresiz anne babalardan haberimiz var mı? Göz göre göre insanlık ölüyor ve insanlık dışı her şey normalleşiyor. Bir yıllık süreçte Akdeniz’de boğulan mülteci kardeşlerimiz beş bini buldu. Bir yılda, beş bin insan… Bu ne korkunç bir tablo? Bu nasıl bir zillet? Ve belki de en çok çocuklar ve kadınlar vicdanımızı harekete geçiriyor. Unutmamız mümkün mü? Kırmızı tişörtü, lacivert kısa pantolonu ve deniz sularının parlattığı rugan ayakkabılarıyla sahilde kımıldamadan yüzükoyun yatıyordu minik Aylan Kurdi. Ardından tarifi imkânsız duygular… Bizlere emanet, Suriyeli hamile bir anne… Emani Al-Rahmun… Henüz yirmi yaşlarında… On aylık oğlu Halaf ve eşi Halid ile ülkemizde hayata tutunmaktaydılar. Ta ki iki cani kelimelere sığmayan, kalpleri sarsan katliamı gerçekleştirinceye dek… Mutlak adalet, biliyor ve inanıyoruz ki mahşerde. Peki, mazlumun ahını dindirecek yasalar nerde? Herkesin etki ve yeksine göre devredilemez ve ertelenemez sorumlulukları olduğu aşikâr. Peki, bizlere düşen görevler neler? Suriyeli kardeşlerimize yönelik haksızlık, zulüm ve zorbalıkları sadece basın açıklaması, ‘’kınıyorum’’ mesajı ve birkaç demeçle üzerimizdeki vebali ve sorumluluğu kaldırabilir miyiz? Cami çıkışında veya kahve köşelerinde üç beş kuruş vererek vicdanımızı rahatlamak kâfi midir? Hazin bir şekilde can veren kardeşlerimizin çetelesini tutmak mıdır? Komplo teorileriyle siyasi kehanetlerde bulunmak mıdır? Yaşanılanları alın yazgısı diye geçiştirmek midir? Herkes kendi zalimini desteklemekten vazgeçmedikçe kimliğine, mezhebine ve diline bakmadan muhacir kardeşlerimize gücü nispetinde maddi ve manevi destek olmadıkça dökülen kanın ve akan gözyaşının vebalinden kurtulamaz.