Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikteydik. O sırada düşen bir şeyin gümbürtüsünü duyduk. Bunun üzerine:
– “Bu gümbürtünün ne olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu. Biz:
– Allah ve Resûlü daha iyi bilir, dedik. Resul-i Ekrem Efendimiz:
– “Bu, yetmiş sene önce cehenneme atılmış olan bir taştır. O, şimdiye kadar cehennemde yuvarlanıp yol alıyordu, nihayet onun dibine ulaştı; siz onun gümbürtüsünü işittiniz” buyurdu.
Her dönemin böyle yuvarlanıp cehennemi boylayan kütükleri vardır elbette. Bu kütüğün kim olduğu hadisin başından daha sonuna gelinmeden anlaşılmıştır herhalde. Hatta taraftarlarınca mehdi dahi kabul edilmiş biri ki ölümsüzlüğü dahi konuşuluyordu. Böylece kim bilir kimleri nasıl korkutmuştu bugüne kadar; hem de Allah adına.
Nihayet öldü.
Cehenneme düşme anındaki sesini duymasak da sesi duyulan kütüklerden pek farkı yoktu eminim. Belki daha da kötüsüydü. Münafıktı çünkü.
Bir insandan bu kadar mı tiksinilir?
Ölümüne sevinen sevinene...
Bu insanlara ne yaptın ki bu kadar nefret ettirdin kendine? Sosyal medyadaki paylaşımlar bile başlı başına bir fikir veriyor bunun nasıl cehennemlik bir kütük olduğunu.
Bunun terki dünya etmesine sevinildiği kadar sanırım dünyanın hangi nimetine nail olunsa sevinilmezdi bu kadar.
Yerin üstü sevinmede bundan kurtulduğu için de yerin altına acırım bunu alacak içine diye. Gerçi toprak bu, temizlemediği pislik kalmaz yeter ki bir içine düşülsün. Rüzgarın da vardır temizlik mahareti, suyun da. Ancak bugüne kadar ne rüzgarın bir faydası oldu bunu temizlemeye ne de suyun. Ateşin de var bir temizlik hassası lakin o en sona kalsın; hele toprak baksın bir icabına, kımıl kımıl kurtçuklara ziyafet çektirsin leşinden...
Yüzünden meymenet kalmamıştı mendeburun; nasıl kalsın ki içinin pisliğinden bir yansımaydı aslında yüzünden okunan...
Gitti mendebur nihayet.
Müslüman kılığında göründü hep, lakin şeytana rahmet okutturan bir münafıktı.
Anası Yahudi, babası Ermeniydi. Erzurumlu diye bilinse de Van'dan gelmeydi fakat ondan öncesi de göçmendi.
İster Yahudi ister Ermeni ya da başka bir milliyetten olsun; derdimiz onun cibilliyetini t'an etmek değildir elbet. Hatta dini ne olursa olsun İslam'ı kabul etmediği için kafirlik bile sorun teşkil etmezken bizler için asıl kızgınlık bunun münafıklığınaydı.
İzmir'de ilk nifakı kürsüde Kur'an'ı fırlatmada göstermişti; insanımız o kadar ali cenaptı ki bunu, onun onulmaz manevi derdinden yaptığına hamletti. Şuurlu dediler, derdi dünya değildir dediler; Allah yoluna adanmış bir alim dediler. Dediler ki dediler; ne hikmetler ve kerametler yüklediler sonra bunun zırlamasına ve akıttığı göz yaşlarına karıştırdığı sümüğüne. Milletimiz böyle işte; merhameti toprak gibi maşaallah.
Sonra Sızıntı'yla başladı girmeye toplumun kılcal damarlarına oradan da devletin en mahrem baş köşelerine...
Dini anlatıyordu güya sızım sızım. Teknikle süslüyordu bir de dinden her bir manayı. Milletin dini hassasiyeti ve dine olan düşkünlüğünü iyi görmüştü ki almıştı çocuklarını ellerinden ve dini mübinden neşetli ahlakla birlikte bilimi de vererektimonlara; böylece devletin en ali makamlarına yerleştirmek suretiyle istikbali parlak nesiller yetiştirecekti. Kısa zamanda milletin içine öyle bir sızdı ki şeytan dahi şaşa kaldı. Dersaneler, özel okullar ve devlet kademesinden en mahremi noktalar hep eline veçmişti bu mendeburun. Gazete ve özel TV kanalları gırlaydı.
Tepe tepe kullanmıştı dinimizi, ahlakımızı, örf ve adetlerimizi kendi sülfi emelleri uğruna.
Evli değildi ama çocuk terbiyesi kitabı vardı.
Şeriat ve irtica ile baskılanan gerçek müslümanın temkinli tavrını öyle bir taklit etti ki tahrifkar gizliliği şiar ettiler yıllar boyunca kendilerine. Olur elbette bazen gizlilik ki bu peygamber sünnetidir ilk iman edenlerin biliriz nasıl saklandıklarını. Ancak hiç biri tavizkar değildi bu mendebur gibi. Takiyeciliği zerk eyledi bu milletin evladına. Hatta dedi ki gizlenmen adına zina dahi yapabilirsin yeter ki zevk alınmaya. İçki, kumar vendans hep gizlilik adınaydı bunun kitabında. Namaz dahi yeri geldiğinde takla konusuydu bu milletin saf Anadolu çocuğu nezdinde.
Gerçek müslümanla hiç barışık değildi mesela. Rahmetli Erbakan'a kini o kadar büyüktü ki siyasetine destek vermek şurada dursun bu eröristbaşının, daha 1995'de bir TV programında sarf ettiği, 'Cebrail Aleyhisselam bir parti kursa, sen bir parti kurdun ama müsaadenle seni desteklemeyeceğim derim sözü bile yeteri kadar uyarıcıydı, mesela..." İşte cehaleti bu kadar zahir biriydi hayatı boyunca. Neden cehaleti zahir diyoruz? Cebrail'i örnek verişindeki tavrından dolayı. Çünkü biliriz ki Cebrail vahiy meleğidir ve peygamberlere gelir. Getirdiği mesajlar vahiytir yani Allah'ın emirleri. Bu durumda 'Cebrail dese bile' sözüyle kendisini hem peygamber yarine koymuş, hem de Allah'ın emrini yerine getirmemiş oluyordu. Bu örneğin altındaki şeytanlıksa daha da beterdi. Çünkü yaptığı şey ayetlerin tahfifi içindi. Zihinlere dine saygıyı rafa kaldıracak her zehri zerk ediyordu genç dimağlara.
Din görüntüsü altında dine lakaytlığı hep empoze etti bu millete. Örtünme tefarruattır dediği yıllarda Özal hükümeti o sabah başörtü sorununu bir daha sorun olmamak üzere Meclis'te görüşüp kayda bağlayacakken tefarruat deyişi tüm hazırlıkları akamete uğratmıştı.
Kişiyi dinine bağlayan tüm dalları tek tek kesiyordu hayatlarında.
Yetiştirdiği binlerce insanı mankurtlaştırarak kendisine bağlayıp devletin kılcallarına öyle bir yerleştirdi ki paralel devletini tam kuruvermişti. Emniyet, istihbarat, adliye, sağlık, eğitim ve askeriye artık tekelindeydi.
Bir zamanlar milletten yardım adı altında aldığı paralar bir süre sonra mafyavari usüllerle alınır olmuştu. Dini gurup görüntüsü vererek milletin şüphelerinden uzakta PKK ile yani Marksist Leninist bir yapılanmaya nasıl destek çıktıklarını anladığımızda Meclisimiz bombalanıyordu. Uçaklardan milletin başına ateşler yağdırıyorlardı. Bunu yaptırırken de ABD'nin kucağına oturmuş beddua seansları içindeydi.
Olso sızmaları da bunların eliyleydi Gezi kalkışması da. Mit Tırları Operasyonu da bu alçakların kumpasıydı, 17-25 Aralık olayları da.
Vatikan usülü bir İslam devlet projesini bunun eliyle gerçekleştirip Hilafet adı altında İstanbul'u mesken ederek tüm İslam ülkelerini bununla Batı kuklası yapacaklardı.
Türkiye ne zaman şaha kalksa bu mendeburun taraftarlarınca önü kesilmek istendi. Altılı masayı kuran da buydu; Akşener'i milliyetçi gösteren de. Babacan da bunun elindeydi, Davutoğlu da. Kirli bir siyaset peşindelerdi.
Bir zamanın Başbakanı Ecevit bunun hamisiydi ki şefaatim onadır demesinin sebebi de bu himayeydi.
Geberinceye kadar mikserlik yaptı fitnelik adına.
Yeri geldi Sait Nursi'nin makamında buldu kendisini, yeri geldi Peygamber makamında. Az mı taşıdı son peygamberi kamyonetin arka kasasında Türkçe Olimpiyatları düzenlerken.
Bu millete öyle bir kötülük yaptı ki hayır hasenat adına ne kadar kavramımız varsa hepsinin ocağına incir ağacı dikti. Cemaat diyemiyoruz, hizmet diyemiyoruz, himmet diyemiyoruz, abla-abi diyemiyoruz, Allah rızasından bahsedemiyoruz, öğrenci evi diyemiyoruz...
Sonuçta cehennem oldu gitti bu dünyadan cehennemini bulmak için.
Milletin gönlünde taht kuranların ölümleri ne kadar hüzün vericiyse bunun ölümü o kadar sevindirici oldu.
Hiç kimse bunun imanına şahitlik yapmıyor. Açık olan her ağızdan koro şeklinde münafık olduğu çıkıyor. Cenaze namazında imam efendinin mevta için nasıl bilirdiniz şeklindeki suali aslında müminlerin ölenin imanına şahitlik etmede sembolik bir haykırıştır. Asıl şahitlik umumi efkarda kabul görmüş biçimidir. Bu mendeburun kabul görmüş biçimi hiç de iyi olmadığı yönünde tecelli etmektedir.
Bunun ölümü sonrası söylenenlerin en hafifi 'ila cehennemi zümera'dır...
Ateşin bol olsun.
Toprağın bol olsun.
Yılanların ardı arkası kesilmesin.
Gözün aydın Türkiyem,
Dünya bugün bir başka güzellikte dönüyor bu mendebur olmayınca...
Bu günü dünyanın kötülerden kurtulduğu gün ilan ediyorum. Bizim de dünyaya bir katkımız olsun.
Mustafa Salim
22 Ekim 2024 Ankara