Yılmaz Özdil’i tanımayanımız yoktur. En son Atatürk’le ilgili kitap yazıp köşeyi dönen adam. Hani kitap denince akla, okunduğu zaman her yerde rastlanmayan muhteşem ve orijinal bilgilere yer verilen kitaplar gelir ya; öyle değil işte bunun yazdığı bu kitabı. Atatürk çoraplarını şöyle giyerdi gibisinden dikkat çekmeyen, günlük, sıradanlığı zahir birçok bilgiye yer verilen sıradan bir kitap. Biz böyle desek de adam köşeyi döndü ya siz ona bakın diyenlerin sayısı da az değil bu ruyi zeminde. Neyse. Köşeyi dönenlere köşe döndürmede omuzundan birini ona destek verenlerin bir hayli yekün teşkil ediş meselesine girmeyeceğim elbette. Bu kendilerinin sorunu. “Bu memlekette banka soyarken kar maskesi, ülke soyarken Atatürk maskesi taktılar” derken Uğur Mumcu ne demek istemişti demeye bile gerek kalmıyor artık böyle örnekleri görünce. Neyse tüm bunlara kendilerinin aile içi hususlar deyip geçelim.
Rakıya milli içecek diyen bir kafanın sahibi bu Yılmaz Özdil denen adam. Kafa bulucu şeyleri çağdaş medeniyetin icabı gören biri bu türden lakırdılar edecektir elbette…
Bu araları sosyal medyada paylaşılan bir tespit dikkatimi çekti; gerçi değişik vesilelerle başkaca isimlerin de olduğu bilgileri de okumuştum farklı kaynaklardan. Sezen Aksu, Selanikliymiş. Mustafa Sandal, İranlı. Uğur Dündar, Bulgaristanlı. Erkan Baş, Sırbistanlı. Daron Acemoğlu, Ermenistanlı(Ermeni) ve Yılmaz Özdil de Giritliymiş.
Bu yazacaklarım da Giritli Özdil’in geçenlerde İzmir’deki bir topluluğa Osmanlı’yla alakalı ipe sapa gelmez kirli bilgilerle çektiği algı operasyonuyla ilgili. Videosunu izleyip anlattığı şeyleri görüp duyunca hiç de şaşırmadım. Çünkü rakıyı milli içecek olarak gören zihinsel fukaradan birisi. Sonuçta Osmanlıyı kötüleyen bir konuşmaydı bu. Bu konuşmasının ana teması Osmanlı torunlarına dedelerinden nelerin kaldığı hususuydu ve bunu da yüksek perdeden, kendinden emin, karşısındakileri küçük gören tiye alır bir tarzla duysunlar diye anlatıyordu.
Bu tür adamlar kafayı kuma gömmüş birer devekuşudur aslında. Öyle ki bir de bakıvermişsin karanlık ve aydınlıklar bunların kuma gömülen kafalarına göre bir mana kazanmış. Kafaları gömüldü mü kumlara zannederler ki kendilerini sarmalayan karanlık herkes için geçerli. Haksız da değiller aslında. Rakıyı, kafaya bir çekmeye dursunlar, kafalarının hoşluğundan kelleyi gömmeseler de onu gömmüş gibi olurlar.
Bunun kafası belli olmasına belli de bunun hoş kafasından hala istifadeyi umanların kafasına ne demeli? Hem düşünüyorum, hem de şaşırıyorum bu manzaraya. Güler misin ağlar mısın? Atatürk maskesi takmış ya, kananı çok olur bu türlerin. Köşeliktir bunların hepsi, etrafındaki saflardan dolayı.
Özdil, 29 Ekim 1923 sabahını değerlendirmesinde kimi kastettiyse “Sütü bozukların darbe yaptığı dediği sabah” diyerek yaptığı konuşmasında savaştan yeni çıkmış halimizi arz ediş biçimi yılların biriken kininden kaynaklı bir kusmuktan farksızdı. Öyle ki Abdülhamid han hazretlerinin ince eleyip sık dokuduğu siyaseti sonucu aldığı önlemlerle girmemizin mümkün olmayacağı, fakat türlü hilelerle tahttan indirildikten sonra sokulduğumuz bir savaşı Osmanlı’nın bir suçuymuş gibi gösterip diğer yandan bu savaşı başlatarak koca bir imaparatorluğu yerle bir eden zevata laf etmeyi şurada dursun onları kahraman addeder bir konuşmaydı gençlerle baş başa yaptığı konuşması. Konuşmasında, verdiği Kurtuluş mücadelesinin daha ilk sabahında savaştan kaynaklı milletin bitkin durumunu resmedip bunu da Osmanlı’nın iş bilmezliğine hamlederek çizdiği resim, atalarından tevarüsen taşıdığı bir kinden kaynaklanıyordu aslında. Savaştan sonra yıkılan evler, olmayan okullar, kullanılmaz hale gelen yollar, içi boş dükkanları örneklendirerek çizmek istediği resim kendince Osmanlı’nın yetersizliği ve biganeliğinin manzarasıydı.
Bugün Amerika’da 36 üniversitede Osmanlı devletini araştırma bölümü varken bizde 99 yıldır Osmanlı’dan nefret ettiren bir eğitim bu zihniyetin eseri. Bu manada Osmanlı’ya kimler ihanet etmişse torunları da bugün Türkiye’ye ihanet ediyor.
Batılıların Osmanlı’ya düşmanlığı hem dini hem de etnik yapısından kaynaklanır. Karşılarında Müslüman bir Türk toplumu vardı ve Allah adına sergiledikleri duruşlarıyla gittikleri yere götürdükleri adalet ve bunun meyvesi olan medeniyetleri çoğu yerde savaşa bile girilmeden Avrupa’daki imparatorluklarına rağmen halkının Osmanlıya meftunetiyle sonuçlanan teslimiyetçi bir ruh, Batılıyı çileden çıkarmıştır. Osmanlı’nın yıkılışı Batı’nın bir projesiydi. Osmanlı, harici ve dahili bedhahlarca intikama maruz kaldı. Özdil ve gibilerin yüzyıl sonra dahi olsa Osmanlı’yı karalama çabaları bir yerde kurulan yeni devletin pürmelal halinin kamufle edilmesi olarak algılanmalı. Çünkü başarısızlıklarını örtmenin Osmanlı’yı kötülemekten geçtiğini çok iyi biliyorlar.
Yıkılan Osmanlı’nın külünden çıkardıkları devletimizde 1935 yılında Milli Eğitime katkı amacıyla dış ülkelerden getiriline 56 profesörün tamamı Yahudiler’den seçilmiştir. Yıllarca bu Yahudi profların eğitimiden geçen binlerce öğrencinin tıp, hukuk, edebiyat ve fen alanlarında söz sahibi olduğunu düşündüğümüzde Özdil’in neden dilinin bu kadar uzun olduğu daha iyi anlaşılır herhalde.
Osmanlıyı kötülemek adına elinden gelen tüm gayreti gösterdiği konuşmasında ayakta kalan sadece dört fabrikasının olduğunu, kişi başı milli gelirin 45 doları geçmediğini, elektiriğin yetersizliğinden, otomobil sayısının azlığından dem vurup toplam sermayenin %15’inin sadece Türk’e ait oluşunu dile getirirken ki tavrı bir yana verdiği örneklerin gerçeği yansıtmamasındaki yalanları karalamadan da öte iftira niteliğindeydi. Halbuki Sultan II. Abdulhamid han döneminde 1 TL 4 ABD doları ve 16 Alman markıydı.
Louis Massignon adlı bir mason locası mensubu “Müslümanların her şeyini bozduk, yok ettik. Dinleri inançları, dine bağlılıkları ve insani duyguları yok oldu. Onların milli ve manevi değerlerini, Batı medeniyeti potasında eriterek kendimize benzettik. İslamiyet'i öğrenmeyi, yaşamayı, namaz kılmayı, Kur'an öğrenmeyi suç ve gericilik (irtica) olarak göstermeyi başardık. Artık çoğu hiçbir şeye tam olarak inanmıyor. 14 asırlık dinlerini, itikatlarını, ibadetlerini tartışılır hale getirdik. Bundan sonra siz misyonerlerin işi daha kolaylaştı. Maaş bağlayarak, vize vaadi, yurt dışı imkanı ve cinselliği kullanarak Müslümanları Hıristiyan yapın." diye itiraf ettiği gerçekler bugün Özdil gibileri cesaretlendiren telkinlerdir.
Kadın insan değildi ona göre Cumhuriyet'ten önce ki Cumhuriyeti de Prof. Celal Şengör şöyle anlatıyor: "Cumhuriyeti sizin 'Türk' diye bildiğiniz ama Türk olmayan bizler (sabatist dönmeler) kurduk." Eşit eğitim hakkı yokmuş, meslek edinme hakkı yokmuş, boşanma hakkı yokmuş, velayet hakkı yokmuş... Bu adam, tarih uzmanından biri örnekleriyle bunları çürütürse halim nice oluru düşünmüyor zannımca. At çamuru, tutmazsa da izi kalır mantığını yürütür genelde omurga sorunu yaşayanlar.
“Dünyayı kurtaracak olan İslam’dır. Türk İslam diye de altını çizerim çünkü en az tahrif edilmiş şeklinin hâlâ Türkiye’de yaşandığına inanırım. Eğer Osmanlı hakim olsaydı bu gezegen bu hale gelmezdi sözlerinin sahibi bir Osmanlı kadını Alev Alatlı’dır. Osmanlı hakimiyetindeki adaletten bahsediyor. Nerde kaldı Osmanlı’da kadının insan olmadığı? Yunan felsefesinde kadın insan değildi, başka bir varlıktı. Onu ya okumamış, ya da okuduklarını karıştırmış olabilir milli içeceği Rakı olan bu Özdil denen adam.
Memlekette tiyatro yokmuş, müzik yokmuş, resim yokmuş, heykel yokmuş, spor yokmuş, öyle ki dünyayı adaletle 600 yüzyıl idare eden bir Osmanlı sanki çocuk oyunu oynayarak devleti idare etmiş. Şu heykel konusuna gelince; heykel olmaz bizde. Heykelle mücadele Hz. Adem ile başlar bizde. Bu mücadelemiz Hz. İbrahim’de zirvedeki yerini alır. Kabe putlardan temizlenince ancak girildi son peygamberin ümmetiyle. Tiyatro, müzik, resim, spor gibi sanatsal etkinlikler Özdil’in anladığı gibi olmadığı için yok hükmünde sayılmıştır. Hayran olduğu batılılar akıl hastalarını, içine kötü ruhlar girdi diye cayır cayır yakarken, bizim inşa ettiğimiz medeniyetimizde onlar müzik seanslarıyla şifa buluyorlardı. Bizde şifayap olan müzik, batıda çılgınlığın sembolüydü. Ne yazık ki Batı ayarlarıyla çalışan bir beyin göremezdi bunları. Görememesi mümkün değilken yine de algılarla oynaması hamurundaki yalan mayasından kaynaklanıyordu. Bir mümin asla yalan söylemez. Buna imanı elvermez. İçini kimse bilmezse de Allah’ın bildiğine inanan bir insan asla böyle bir hataya düşmez. Onur ve şerefin ilk basamağıdır doğruluk, bir müminin hayatında. Rabbim bize bir fasıkın getirdiği haberin doğruluğunu araştırmamızı emir buyurur. Özdil gibi insanlardan elbette bu yüksek meziyetleri beklemiyoruz. Hele hele mesele bir Osmanlı ve onu besleyen imanı bir arka plansa asla beklenemez…
Satır aralarında Osmanlıca diline de çatmaktan geri durmuyordu. Arapça ve Farsça ile derdi olduğu belliydi. Öz Türkçe vurgusu yapmak istese de asıl derdinin inancımızla ilgili olduğu belliydi. Kur’an Arapça idi ve kutsalımızın diliydi. Arapça’dan uzaklaştırılma isteklerinin altında bizi dinimizden ayrı tutmak olduğunu biz gayet iyi biliyoruz. Ezanların Türkçe okutulmak istenmesinin altındaki sebep de buydu.
Peyami Safa’nın bu husustaki tespiti çok manidar. Der ki; “Bir milleti yok etmek isterseniz askerî istilaya lüzum yoktur. Ona tarihini unutturmak, dilini bozmak, dininden soğutmak ve dolayısıyla mânevî değerlerini, ahlâkını soysuzlaştırmak kafidir.” Sahi Özdil’in yapmaya çalıştığı bu değil mi?
Bir mümin için Miladi takvim ne kadar önemliyse Hicri takvimin de o kadar önemli olduğunu bilmeden ayrı takvimlerin kullanımını tiye alması başka bir cephe saldırısıydı. İbadetlerimiz, özellikle oruç ve hac aylarımız tamamen hicri takvime göre uygulanır. Bunun da altında inanç ve ibadet hassasiyeti yattığı için bu konuyu dile dolaması elbette önemlidir o tür insanlar için. Tek dertleri var bunların, o da Allah’ın diniyle savaşmaktır. Osmanlı tüm teşkilatıyla devletini Allah’ın emrine amade etmiş büyük bir devlettir. Allah ile savaş halinde olanlar elbette bu devleti yok etmeye çalışacaklardır. Osmanlı’nın yıkılışını II. Abdülhamid Han hazretlerinin tahttan indirişiyle başlatacak olursak onu tahttan indirenlerin kimler olduğuna baktığımızda asıl mücadelenin sebebini daha net görmüş oluruz.
Oktay Sinanoğlu’nun, “Sen ne kadar Batı’ya yaranmaya çalışırsan çalış. Batı için sen Türksün, Müslümansın. İşte bu yüzden Batı senin ebedi ve ezeli düşmanındır ey çocuk” uyarısı altı çizilmesi gereken bir gerçeğin ifadeleridir. Osmanlı, Batının nazarında ne zaman tehlike olmaktan çıkar? Onlara benzerliğinle yaranmaya çalıştığın zaman. Özdil bunu yapmaya çalıştı konuşması süresince.
“Harf devrimi yapıldı bir gecede cahilleştirildik” diyenleri tiye alarak bunun böyle olmadığını anlatmaya çalışması ise ecdadımıza husumetinin ne kadar derinlerden geldiğini göstermesi adına dikkat çekicidir. İsmet İnönü’nün hatıralarında geçen şu sözü Özdil’e hatırlatmak isterim: “Harf inkılabını yapma maksadımız insanların okuma yazma öğrenmesi değil, okur yazar sayısını arttırmak değil; mazi ile bağı koparmaktır.” Mazimiz; Hira’da doğan İslam nurundan, Selçuklu ile dirilen Osmanlı ile dalgalanan bir geçmişten gelmektedir. Başta İslam alemi olmak üzere Selçuklu ve onu takip eden Osmanlı devletleri döneminde yetişen bilim adamlarının varlığı tüm batılılarca kabul ediliyorken bu durumun Özdil gibilerin diline pelesenk yapılması şaşılacak bir hadise olmasa gerekir. Osmanlı’yı çökertenlerin Özdil gibilerin dedeleri olduğunu biliyoruz. Cumhuriyet kurulduğunda savaşlardan dolayı bilge ve eli silah tutanlardan şehid olup da büyük yekünden geriye kalan 13 milyon olan nüfusumuzun çoğunluğunu yaşlı, kadın ve çocuklardan oluştuğu bir dönemde Türk vatandaşlığına alınıp isimlerimizin verildiği eli kalem tutan, mürekkep yalamış 200 Yahudi ve 800 Ermeni’yi düşündüğümüzde devlet kademelerinin en hassas makamlarına kimlerin yerleştirildiği hususu asla es geçilmemelidir. Bu gerçek ıskalandığında hiçbir gerçek anlaşılamaz. Tarihimiz yazanın bir Yahudi ve dilimizin ana esaslarını belirleyenin bir Ermeni olduğu gerçeği sır olmaktan çoktan çıktı. Harf inkılâbının Türkiye'de ortaya çıkardığı manzarayı meşhur İngiliz Tarihçisi Arnold Tonybee, “A Study of History” isimli kitabında, “Alfabenin değişimi ile Osmanlı kütüphanelerini yakmaya lüzum kalmadı. Bu kitaplar, örümceklerin yuva yaptığı raflarda kalmaktan başka bir şeye yaramayacak” demektedir. Bunun adına cahil bırakıldık deyişimize kafası basmayan Özdil’e mesel nasıl anlatılır bilemiyorum.
Bugün kanayan yaralarımızın altında Türk kimliğine girmiş Yahudi, Kürt kimliğine girmiş Ermeni ve Laz kılığına girmiş nice Rum olduğunu gayet iyi biliyoruz. “Bu topraklardan Halifelik sökülüp çıkarılırken, Fener Patrikhanesi’nin İstanbul’da bırakılmasına akıl erdirmek zordur.” derken Kemal Tahir, bir gerçeğin altını çiziyordu. Ve bunun adına da siyaset denmesine asla kanmayalım.
Kendilerini kabul ettirmek için Osmanlıyı kötüleyecekler elbette. Peki neden Özdemir Bayraktar’ın yaptığını şimdiye kadar Koç, Sabancı, Doğan ve TÜSİAD yapmadı? Paraları mı yoktu yoksa onlar bu ülkeye ait değiller miydi?
Bugün geldiğimiz durumumuzu yerli islamofobi belirtiler başlığı altında “ İslam hariç her dine, Arapça hariç her dile, Kur’an’ı Kerim hariç her kitaba, Osmanlı hariç her tarihe ve İslam’daki tesettüre hariç her kıyafete saygı duymak; harici konulara saygı göstereni dışlamak ve küçümsemek” olarak belirtirken Nevzat Tahran, aslında içimize yerleşik azınlıkların hala nasıl güçlü olduklarını vurgulamış oluyordu. Tarihimizi yazan Yahudi Moiz Kohen’i hala İlhan Tekinalp biliriz mesela. Halil İnalcık’ın bir tespitine değinmenin yeri olduğunu düşünüyorum. “Ben Osmanlı tarihi kadar yanlış anlatılan bir tarih görmedim. Osmanlı baştan sona tekrar araştırılıp yazılmalıdır.”
Özdil’in konuşma biçiminden de Türk olmadığı anlaşılıyor. İkide bir Osmanlı torunları demesi, şu kadarı Türk demesi, başka bir ırktan olduğunu zaten gösteriyor. Hani birileri kalkar da etnik ayırışım yapıyorum diye beni tan edebilir. “İslam medeniyetinin büyüklüğün kendi insanımıza anlatmak, batılılara anlatmaktan daha zordur” derken Prof. Dr. Fuat Sezgin, Özdiller familyasını göz önünde bulundurduğumuzda hiç de haksız olmadığını görüyoruz.
Atilla İlhan bu Özdiller familyasına daha bir başka açıdan yaklaşır: “Türkiye’nin bir hain kontenjanı var, bu nüfusun %10’dur. Türk aydını, Batı’nın manevi ajanıdır. Batı diye bir şey yoktur. Bu hayali bir kavramdır. Türkiye’de basın Türk değildir.”
İçinde bulunduğumuz tehlikeyi kaleme alan Prof. Dr. Mahmut Es’ad Coşan buna rağmen güçlü olduğumuzu şöyle ifade eder: “Dünyanın en kuvvetli devleti biziz çünkü; içeriden bir sürü münafık ve ajanın aleyhimize çalışması, dışarıdan da bütün düşmanlarla çarpışmamıza rağmen Allah’ın lütfu, keremi ve iman kuvvetiyle ayakta durabiliyoruz.”
Bu paragraftaki verilerden Özdil’in ne yapmaya çalıştığı bir nebze anlaşılsa da asıl görevinin ne olduğu, Uğur Mumcu’nun şu ifadelerinde daha net anlaşıldığı kanaatindeyim. “Kürt’ü Türk’e, Türk’ü Kürt’e; Ermeni’yi Türk’e, Türk’ü Ermeni’ye; Alevi’yi Sünni’ye, Sünni’yi Alevi’ye düşman eden, emperyalizm ve emperyalizmin Ortadoğu’daki çıkarlarıdır.”
Özdil gibi emperyalizme hizmet eden insanların Cumhuriyet kurulduğundan beri bu ülkeye ne kazandırdıklarına bakmak gerekir. Ürettiğimiz uçakların Kayseri’de toprağa gömülüş hikayesini anlatsınlar. Petrol üzerinde yüzen ülkemizin petrolsüzlükten bitap düşmüş halini arz etsinler. Mani oldukları Devrimi devirenlerden haber versinler. Heykelciliği nasıl ilericilik olarak zukkaladıklarının bilimsel verilerini ortaya koysunlar. Bunu yapmayacaklarını iyi biliyorum. Haliyle Osmanlı’yı karalayacaklar ki millet 100 yıllık bir ülkede ilk nükleer santrali, ilk arabayı, ilk uçağı, ilk helikopteri, ilk gazı, ilk uçak gemisini, ilk füzeyi, ilk İHA-SİHA’yı, ilk hızlı treni ve ilk hava savunma sistemini yapanların onların torunları olduğunu bilmesin.
Mustafa SALİM
20 Ekim 2024 Ankara.